T.C. KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI Sincan İlçe Halk Kütüphanesi

LALE

LALE

--------------------------------------------------------------------------------

Geçmişten Günümüze Lale…

            Çiçek, çağlar boyunca dünyanın her yerinde duyguların anlatılmasında en güzel sembol olmuş, yaşamın zorluklarını, streslerini törpüleyen, sinirsel gerilimleri azaltan bir araç olarak günlük yaşamımızda yer almıştır.

            Soğanlı ve otsu bir bitki olan lale çiçeğinin asıl vatanının Orta Asya olduğu ve Türkler tarafından Anadolu’ya getirildiği sanılmaktadır. Anadolu’da 12.yüzyıldan itibaren el sanatlarında süsleme motifi olarak kullanılmaya başlayan laleyi, şiirlerinde kullanan ilk şair de Mevlana Celaleddin-i Rumi olmuştur. Divan ve rubailerinde lale ile ilgili pek çok mısra bulunmaktadır.

            Lale en parlak dönemini 16–18.yüzyıllar arasında Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşamıştır. Süs bitkisi ve süsleme motifi olarak kullanımı 3.Ahmet (1673–1736) döneminde doruk noktasına çıkmış ve 1718–1730 yılları arası, tarihçiler tarafından ‘Lale Devri’ olarak adlandırılmıştır. Bu dönemde basılan ‘Lale Mecmuası’nda 50 kadar çeşidinin resimlendiği lalenin çeşitli kaynaklara göre 2000’den fazla değişik türünün olduğu belirtilmektedir.

            Lale sadece yetiştirilmekle kalmamış, mimariden edebiyata, çiniden kumaşa kadar birçok üründe lale desenleriyle bezenmiş. Lale bahçeleri anlamına gelen lalezarlar, saray ve konakların en itinalı ve en gözde yerleri olurken, lale için yazılan şiir ve nesirler Lale name denilen risalelerde toplanmıştır.

            Lalenin Anadolu’dan ilk yolculuğu Viyana’ya olmuştur. Oradan Hollanda’ya ve ardından Kanada’nın başkenti Ottowa’ya geçmesiyle lale, tüm dünyada tanınır hale gelmiştir. Bu uzun yolculuğunun son durağı olan Ottowa, Hollanda ve Japonya, Anadolu’nun bu ünlü çiçeğinin adına festivaller düzenlemektedir. Bu çok farklı kültürlerin kaynaşmasına katkıda bulunan lale, güzelliği ve zarafeti ile insanlar ve kültürler arasında bir köprü vazifesi görmeye devam ediyor. Kültürümüzde “Bir çiçeğin ötesinde her şey”  olarak yer edinen lale, aynı zamanda aşkın güzelliğin inceliklerinde imgesini nazik gövdesinde taşımaya devam ediyor. 1681–1726 yılları arasında kayda geçirilen ‘Defter-i Lalezar-ı İstanbul’ da tam 1108 lale çeşidinden söz edilmektedir. Türkiye’deki botanik çevrelerine göre bunlardan bir tane bile kalmamıştır.17.yüzyılda Osmanlı ’da önce ‘Ser Şükufeciyan-ı Hassa’ diye adlandırılan Çiçekçi başılık kurumu, sonra da ‘Çiçek ercümen-i Danişi’ yani Çiçek Akademisi kurulmuştur. Edirne’den Mardin’e kadar birçok şehirde lale bahçeleri vardı.

   Lale festivallerinin Japonya’dan Kanada’ya kadar yayıldığı günümüzde, lalenin adını bir devre vermiş, hakkında şarkılar yazmış, ilmini kurmuş olan bizlerin bu özel çiçeğe sahip çıkmasının zamanı geldi, geçiyor.

 OSMANLILARDA LÂLE KÜLTÜRÜ

    

 Bir toplumun ruh halini anlamak için, o toplumun uğraşlarına bakmak gayet mantıklı olabilir. Lâle sevgisinin özellikle Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminin, en gösterişli zamanında bir tutku haline gelmesi sosyolojik açıdan değerlendirilmesi gereken bir konudur. Halk ve saray çevresinin bu çiçeğe karşı beslediği sevginin kaynağı, o dönemdeki iç ve dış durumlardan kaynaklanabilir. Artık Avrupa’daki topraklarını kaybetmeye başlayan Osmanlı Devleti Pasarofça anlaşmasıyla girdiği barış dönemini, Lâle Devri adıyla yaşamıştır. Bu dönemde padişah ve saray çevresi büyük bir israfa başlamış, halk bu dönemde ağır vergiler altında ezilmiştir. Bu döneme Lâle Devri denmesinin sebebi yeni yapılan bahçeler, saraylar, kasırların lâlelerle donatılmasıdır. Saray çevresi ve halkın bunaldıkları savaş ortamından bir nebze de olsa güzel ortamlara uzaklaşma istekleri de bu tutkuya neden olmuş olabilir. Sadrazam İbrahim Paşa bile kendi elleriyle lâle yetiştirmektedir.

     Lâle sadece Osmanlı Gerileme devrinde değil, Osmanlının bütün dönemlerinde gözdeliğini korumuştur. Anadolu’ya Türklerle birlikte gelen lâle Selçuklu Döneminden itibaren Türkler için bambaşka bir yer tutmuştur. Lâlenin diğer çiçeklerden sıyrılıp Türk ruhuna değişik bir şekilde hitap etmesinin sebebi hayli ilginçtir. Gerek şekli, gerek ismi onu farklı kılmıştır.

 

     LÂLENİN FİZİKSEL YAPISI VE ANAVATANI

    

 Lâle zambakgiller familyasından, yaprakları uzun ve mızraksı, çiçekleri kadeh biçiminde, türlü renkte, alacalı bir süs bitkisidir. Çiçeklerin parlak renkli, hemen hemen bir birine eşit olan altı taç yaprağı vardır. Ayrıca çok tohumlu bir bitki olup, kapsül yapısında meyveleri vardır.

     Lâlenin anavatanın Orta Asya olduğu yaygın bir görüştür. Beşir Ayvazoğlu Lâlenin Türkistan’ın bozkırlarında yabani bir çiçek olarak uç verip, Bulgar Türkleriyle İdil boyuna, Timuroğulları ile Hint’e, Selçuklularla İran’a ve Anadolu’ya geldiğini savunmaktadır. Lâleye yabani olarak Akdeniz’in kuzey kıyıları ve Japonya’da da rastlanmaktadır.

      Çiçek kültürü Türkler de oldukça gelişmiş olup, lâlenin bu kültürde özel bir yeri vardır. Ayrı bir öneme sahip olan lâle motifi, tarihi kaynaklardaki örneklerden de anlaşılacağı üzere ilk olarak Orta Asya’da ortaya çıkmıştır. Sanat tarihçilerinin büyük bir kısmı Orta Asya sanatında veya 16. yüzyıla gelinceye kadar Türk sanatı süslemelerinde lâleden  bahsetmezler. Lâle form benzerliğinden dolayı palmet grubu içerisinde değerlendirilir. Hun sanatına ait bilgilerin büyük çoğunluğunda ve kurganlarda çıkarılan buluntularda lâle motifinin yoğun bir şekilde kullanıldığı süs eşyalarına ve aksesuarlara rastlanmıştır. M.Ö. 5. ve 6. yüzyıllarla tarihlendirilen 1.Pazırık Kurganı’nda bulunan at koşum takımına ait ahşap malzemelerin ve eğer için kullanılan deriden kesilmiş parçaların, lâleye ait palmet motifleri olduğu görülmektedir. Uygurlar dönemi ile ilgili bir mezardan çıkarılan ipek kumaş üzerinde de lâle motifleri net bir şekilde görülmektedir.

OSMANLILARDA LÂLE SEVGİSİ

     

 İran Selçuklularının ve Büyük Selçukluların sanat eserlerinde, 12. Yüzyıldan itibaren, lâle motiflerine rastlanmaktadır. Anadolu Selçuklu devletinin başkenti Konya’da ki eserlerde de lale motiflerine rastlanır. Lale ve lâle kültürünün Anadolu’ya Türklerle birlikte geldiği kesindir.

     İstanbul’un Fethi’nden sonra, şehir imar edilirken, bizzat Fatih’in emri ile yeniden düzenlenen bahçeler (parklar) lâlelerle süslenmiştir. Zaten Fatih Sultan Mehmet bir bahçıvandı. Bu meslekte çok önemli bir yeri vardı. Boş vakitlerinin çoğunu bunun için harcar ve bundan büyük bir haz duyardı. Seferler arasındaki boş zamanlarda Topkapı ve diğer sarayların bahçelerinde çalışmaktan da büyük zevk alırdı. Kanuni devrinde de, lâle türleri  geliştirip çoğaltılmıştır.

     Türkler ve özellikle Osmanlılar yaşadıkları çevreyi güzelleştirmeye çalışmışlardır. Bunun için özel gezinti alanları yapılmış, İstanbul ve diğer büyük şehirleri park ve bahçelerle donatmışlardır. İstanbul bahçelerinin vazgeçilmez çiçeği olarak başta lale, gül, karanfil ve zerrin gibi çiçekler yetiştirmişlerdir.      Lâlenin Osmanlılar tarafından bu kadar kabul görmesinin sebeplerinden biri de Arap harfleri ile ( ﻟﻪ ) Şeklinde yazıldığında, Allah ( )  kelimesinde ki bütün harfleri kapsamaktadır. Harflerinin karşılığı sayılar hesabına dayanan “ebced” usulüne göre de “Allah” kelimesi ile “ lâle” kelimesinin aynı rakama tekabül etmesi, ediplerde “yaratıcı”nın yarattıklarında tecelli etmesi düşüncesinden hareketle derin bir heyecan uyandırmıştır.   Lâle, Arap harfleri ile yazılır ve tersinden okunursa ( لﻫﻼ  ) = Hilal =Ay olur; Hilal veya Ay da Osmanlı Devleti’nin amblemidir.

     Osmanlı Kültürünün klasik ölçülerini bulduğu yüzyıl İstanbul’unda bahçe ve çiçek zevki bütün halka yayılmıştı. Bu sevgi ve merak dışarıdan yeni türlerin getirilmesine de yol açtı.2. Selim Devrinden itibaren imparatorluğun çeşitli bölgelerinden lâle ve sümbül soğanları ısmarlandığına dair fermanlar bulunmaktadır. 2. Selim, Kırım’ın güneyindeki Kefe’den 300.000 adet lâle soğanı ısmarlamıştır. Türk çiçekçilik tarihiyle ilgili araştırmaları bulunan Turhan Baytop, “Lâle-i  Rumi” denilen ve ayırıcı özelliklere sahip olan Osmanlı Lâlesi ’nin Kefe’den getirilen bu lale soğanlarından elde edildiği düşüncesindedir.Bu laleler seçme ve melezleme yoluyla elde ediliyordu.

       Çiçek soğanları ve fidanları sadece saray tarafından ısmarlanmıyordu; meraklılarda bir yolunu bulup yeni türler elde etmek için çeşitli yerlerden soğanlar getirtiyor, imkân bulursa kendileri temin ediyorlardı. Bu çiçek ve lâle merakı İstanbul’a gelen yabacıları bir hayli etkilemiş ve hayran bırakmıştır. Fransız şair ve devlet adamı Lamartin’de bu tesire kapılanlardan biridir. Lamartin, Topkapı sarayını gezerek Türklerin doğaya yakınlıklarını ve göz zevkine ne kadar önem verdiklerini anlatır. Miss Julia Parabe adındaki bir İngiliz kadınsa, İstanbul’un o yeşilliğe ve çiçeğe boğulmuş sokaklarını, evlerini, yalılarını görünce hayretler içinde kalmış ve “Keşke Shakspeare, Romeo ve Juliet’in bahçe sahnesini yazmadan önce Boğaziçi’ni görmüş olsa idi” demiştir.

LÂLENİN AVRUPA MACERASI

     

 Anadolu’da 13. yüzyıldan beri lâle yaygın olarak motiflerde kullanılıyordu. Bu dönemde Roma ve Bizans’ın nedense bu çiçekle hiç ilgilenmemiştir. Avrupalı yazarlar ilk dönemlerde lâleyi tanımadıklarında bu çiçeği, bir çeşit zambak (lilium) olarak kabul etmiş ve bu düşünüşe göre isimlendirme yapmışlardır. P. Bellon “Lils Rouges” (kırmızı zambak), C. Clusius “lilionarcissus” (nergis zambağı),A. Toderini ise “Lys Sanguins” (Kan renkli Zambak) isimlerini kullanmışladır. Bugün Avrupa ülkelerinde lâle  için kullanılan Tulip veya Tulipe kelimesinin aslı O. G. Busbecq hatıratında Türklerin bu bitkiye “Tulipan” ismini verdiklerini yazmıştır. S. W. Murray bu ismin Türklerin başlarına sardıkları “tülbent”ile ilgili olduğunu, O. G. Busbecq ile tercümanı arasında meydana gelen bir yanlışlık sonucu ortaya çıktığını kaydetmektedir. 

Lâlenin Türkiye’den Avrupa’ya hangi tarihte götürüldüğü kesin olarak bilinmemektedir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Kanuni Sultan Süleyman nezdindeki büyükelçisi Ogier Ghislain de Busbeck 1554 yılında geldiği İstanbul’dan Avusturya’da yaşayan dostu Carolus Clusius’a lale soğanları gönderdiği sanılmaktadır. Daha sonra Hollanda’ya giderek Leiden Üniversitesi’nde göreve başlayan Clusius, bu ülkelerde laleyi ilk yetiştiren ve lâle endüstrisini kuran kişi olarak bilinmektedir. Ancak Avrupa’da lâle merakının daha da önce başladığına dair kayıtlar da vardır. B. Belon adlı bir Fransız hekimi 1549’da çıktığı Yakındoğu seyahati sırasında İstanbul’a da uğramış ve hatıratında kırmızı zambak diye söz ettiği lâle çiçeğinin soğanlarından edinmek için birçok yabancının gemilerle İstanbul’a geldiğinden söz etmiştir. Lâleyi   Avrupa’da meşhur ettiğini iddia eden Conrad  Genser de bu  çiçeği ilk defa 1559 yılında, Ausburg’da, ender egzotikler koleksiyonuyla şöhret kazanan Newart’ın bahçesinde gördüğünü ona da soğanların İstanbul’da ki bir dostu tarafından gönderildiğini söyler.

            14. yüzyılın ortalarında Avrupa’ya giden lâle, özellikle Hollanda ve Almanya’da aranan bir meta haline gelmişti. Lâle  merakı bir ara kelimenin tam manasıyla çılgınlık haline gelmişti. Charles Mackay’ın “Tuliptomania” adındaki makalesi bu konu hakkında çarpıcı bilgiler sunmaktadır. Bu dönemde bir lale soğanına bütün servetini yatıranlar vardı. Schinler 1922’de yazdığı bir eserde, “Bir lale soğanın 9000 altın Mark’a satıldığı olmuştur” diyor, üstelik lale devrinden çok önceki yıllarda, “Naibi Krali” adındaki bir lalenin  soğanı için şunları verdiğini söylüyor: “2 araba yulaf, 4 araba arpa, 4 semiz öküz, 12 semiz koyun, 8 semiz domuz, 2 fıçı şarap, 4 fıçı bira, 2 fıçı tereyağı, 50 kilo peynir, 1 karyola, 1 kat elbise, 1 de gümüş vazo.”1636 yılında nadir türlere talep artmış ve bunların satışlarını gerçekleştirmek üzere Amsterdam, Roterdam ve Leiden gibi şehirlerdeki borsalarda düzenli pazarlar kurulmuştu. İş zamanla öyle bir noktaya vardı ki, bazı tüccarlar, her türlü yola başvurarak fiyatlarda dalgalanmalar meydana getirmeye başladılar. Ne var ki çılgınlığın sonuna kadar böyle devam etmeyeceğini anlayan bazı tüccarlar, birden tavır değiştirerek yeni soğanlar almadıkları gibi  ellerin de kilerini de yüksek fiyatlarla satmaya başlayınca işin rengi değişti ve başlayan büyük panik sonucunda lâle zengini bir çok büyük tüccar birden yoksullaşıverdi; Çılgınlık sona ermişti.

      Avrupa’ya özellikle de Hollanda’ya giden lâle soğanları melezleme yoluyla, yeni türler elde edilerek Osmanlı İmparatorluğuna rakip bir durma gelmiş, hatta Osmanlı İmparatorluğunda ki lâleciliği geçmiştir. Artık lâle Osmanlı Devletine Hollanda’dan getirilmeye başlamıştır. 

LÂLE DEVRİNDE  “LÂLE”

     III. Ahmet II. Mustafa’dan boşalan tahta oturmuştur. Savaştan hiç hoşlanmayan bir hükümdardır. Ama şartlar, hükümdarlığının ilk on beş yılında savaşı zorunlu kılar.1718 yılında imzalanan Pasarofça Anlaşmasından sonra, kendini bu anlaşmayı telkin eden damadı Nevşehirli İbrahim Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. 

    Pasarofça Anlaşmasıyla başlayan barış devri, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın gayretleriyle çeşitli imar ve ıslahat faaliyetlerinin başlatıldığı, kapıların Avrupa kültürüne aralandığı devir olur. İlk matbaa bu devirde açılmıştır. Öte yandan, İstanbul’un manzara bakımından en güzel yerlerine, köşkler ve kasırlar inşa ediliyordu. Özellikle Kâğıthane III. Ahmet devrinin gözde mekanlarından biri olmuştur. Evliya çelebi de Kâğıthane’de bir lâlezar mesiresinin bulunduğunu ve burada Kâğıthane Lâlesi denilen rengârenk bir lâle türünün yetiştirildiğini anlatır.

 

      Bu önemde inşa edilen ve Patrona Halil Ayaklanmasıyla isyancılar tarafından yıkılacak olan Sâdâbâd Kasrı, Fransız mimarisinin ünlü Versailles Sarayı örnek alınarak yapılan yapıtlardandır.

     Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Tam bir lâle tutkunuydu. Hollanda’dan gelen bir lâleye Lü’lü-i Ezrak adını vermiş ve bu lâleden yetiştirenlere ödüller vermişti. İbrahim Paşa’nın kendi yetiştirdiği bir lâlede vardı ve adı Âsâfî idi.

    Nadir lâle soğanı elde etme tutkusu, kısa bir sürede 17. yüzyıl başlarında Hollanda’da ki benzer bir delilik halini aldı. III. Ahmet devrinde lâle merakını anlatmak için lâlenin 2 binden fazla formunun elde edildiği söylene bilir. Eskilerin Lâle-i Rûmî dedikleri Osmanlı Lâlesi denilen cinsin yaklaşık 2 bin tanesinin adları, özellikleri ve yetiştiricileri çiçek tezkirelerinde ve lâle mecmualarında kayıtlıdır. Lâle-i Rûmî Avrupa lalelerinden çok farklıdır.

     Osmanlı Lâlesi’nin çiçeği badem biçiminde yaprakları ise hançer şeklinde ve uçları tığ gibi ince ve sivridir. Islah edilmiş ilk lâle çeşidini elde edenin Şeyhülislam Ebu Suud Efendi olduğunu belirten T. Baytop, zaman içinde yüzlerce lâle çeşidinin yetiştirildiğini ancak Lâle Devri’nin (1730) sona ermesiyle birlikte İstanbul yani Osmanlı Lâlesi’nin yavaş yavaş ortadan kalktığını belirtmiştir.

     Lâle Devri’nde lâle ticari bir mal haline geldi. Nadide çeşitler yüksek fiyatlarla alınıp satılmaya başlanmıştı. Bazı çiçek meraklıları nadide türleri mutlaka elde etmek istedikleri için, çiçek piyasasında dalgalanmalar, hatta yolsuzluklar yaşanıyordu. Damat İbrahim Paşa bu durumu önlemek için, 1725 yılında lâle soğanlarının fiyatlarını belirleyen bir fiyat listesi hazırlamış ve soğanların bu listedeki fiyatların üzerinde satılmasını yasaklamıştı. Bu listenin düzenli uygulanıp uygulanmadığının kontrol edilebilmesi için Şeyh Mehmed Lâlezârî , Serşukûfeci , yani çiçekçibaşı olarak tayin edilmiştir.

    Lâle Devri tüm yenilik ve atılımlara rağmen, saray ve çevresinin toplumu rahatsız edecek derecede zevk ve israfa dalması yüzünden kanlı bir ayaklanmayla sona erdi. Lâle zevki Lâle Devrin’den sonra bir süre daha sürdü; ama üst üste yaşanan savaşlar, devletin ve halkın yoksullaşmasına neden olan ekonomik krizler yüzünden, bahçe ve lâle yetiştiricilerinin sırları da unutuldu.

 

    Lâle Devri adı Yahya Kemal Beyatlı tarafından Meşrutiyet’ten sonra verilen addır. Ahmed Refik Altınay, aynı yıllarda bu isimle bir kitap yazınca tarih literatürüne bir terim mahiyetinde iyice yerleşmiş ve batılılarca da kullanılmıştır.

LÂLENİN TÜRK EDEBİYATINDAKİ YERİ

 Lâle Türk edebiyatında özellikle şiirde çok önemli bir yere sahiptir.Lâle klasik Türk şiirine  15. yüzyılda iyiden iyiye yerleşmiştir.Renginden dolayı, kan, mum, şarap, yanak, yara gibi unsurlara, şeklinden dolayı kadehe benzetilmiştir.

     Klasik Türk şiirinde 16. yüzyıla kadar sözü edilen lâlelerin yabani türleridir. Yabaniliklerinden dolayı “taşralı”dırlar. Bir bakıma lâle utangaçlığın, çekingenliğin sembolüdür:

    Taşradan geldi çemen sahında bîçare durur Devr-i gül sohbetine lâleyi iletmediler. Necati Bey

* Lâle merakının ezeli olduğunu ifade eden Remzi Efendi ise;

Lâleye pîr-i sabâdan bu nefes şimdi değil               

Ezelidir bu hevâvü heves şimdi değil.

Lâle, şiirde en çok lâle genel ismiyle kullanılmıştır. Buna rağmen çeşitli kültür yoluyla elde edilen lâlelere verilen şairane isimlerinde klasik şairlerin eserlerinde yer aldığı görülmektedir.

     

Duhânî  Lâle;

                    

Şarâb-ı ergüvânîdir Duhânî Lâle câmında

Ne kan tamdıysa odunda benim bağım kebâbında.

Şeyhi Gül-rîz ;

Sûk-ı isti’dada şehr-âyîn edip yâran-ı nazın

Ettiler Gül-rîzler âvîhte dükkân üstüne.                           

Nedim

*Lâle Devri’nin ihtişamını Nedim şu dizeyle çok iyi ifade etmiştir;

  Lâlenin tohumunu eksen dolu peymâne gelir.

* Türk Halk Şiirinde de lâle kullanılan bir tema olmuştur.

Kaşların göz ile ediyor cengi

Söyleşir yavrılar, koç yiğit dengi

Çiçekte, meyvada yoktur menendi

Lâleden kırmızı, gülden ziyade Karacaoğlan

                              

Çayır çemen  hep seçildi               

Dolu peymâne içildi                        

Lâle sünbüller açıldı                         

Cennet oldu bağlar şimdi

                         Gevheri

ELSANATLARI VE ÇİNİDE LÂLE

 

 16. yüzyılın birinci yarısında ilk olarak kullanılmaya başlayan kırmızı renkle beraber, çinilerde lâle motifi görülmeye başlanmıştır ve yaygın olarak kullanılmıştır.

     Bursa Şehzade Mustafa Türbesinde, Rüstem Paşa Camii, Ramazan Efendi Camii, Kula Kurşunlu Camii vb. yapılarda lâle motifi örnekleri taşıyan çiniler bulunmaktadır.

     Seramikte de lâle, sümbül, karanfil ve gül motif olarak kullanılmıştır. Lâle motif olarak kumaşlarda da karşımıza çıkmaktadır. II. Süleyman’ın, Yavuz Sultan Selim, III. Murat’ın yalnızca lâle motifi kullanılmış kaftanları vardır. Aynı zamanda lâle motifi sultanların ayakkabılarında ve çizmelerinde de bulunuyordu.

     Halı ve kilimlerde, cami, mescit, türbe, medrese, sebil ve okul gibi yapıların duvarlarına, her renkten lâle işlenmiştir. Özellikle Süleymaniye Camisinde bulunan Mimar Sinan’ın ters lâlesi bir aykırılığın simgesiydi.

 Lâlenin Türkler için farklı bir değer taşımasının sebebi, göze hitap etmesi dışında, en çok yetiştirildiği dönemle ilgilidir. Saray ve saray çevresi yanında sırdan halkında ilgilendiği bu çiçek kelimenin tam anlamıyla “moda” halini almıştır. Aynı zamanda değeri gittikçe artan ve çeşitleri çoğaltılan bu çiçek ticari bir mal haline gelmiştir. Osmanlı günlük yaşamına da ayna tutan bu çiçek, şiirlere, fermanlara, hikâyelere konu olmuştur. Osmanlının neden bu çiçeği bu kadar benimseyerek sevdiğini, özellikleri ile anlamış bulunuyoruz. Yinede bir çiçeğin bir dönme ismini verecek kadar önem kazanması, beklide tarihte nadir rastlanan olaylardan biridir. Bu Osmanlıların “güzele”  ve sanata verdiği önemi de ortaya çıkarmaktadır.